bugün

entry'ler (321)

cusco

bu kentte 12 yıl önce turist olarak cusco'ya kuzey irlanda'dan gelip ben burada ölmeliyim diyerek şehre yerleşen bir kadın tanıdım. aynı şeyi türkiye'den giden biri olarak ben de hissettim ama kuzey irlandalı ablamız kadar cesur değildim ve döndüm. giden herkesi dönmemeye, kalmaya zorlayan kelimenin hem mecaz hem gerçek anlamıyla baş döndürücü (rakım 3200 m) şehir.

tepenin ardı

2012'nin ve son zamanların en iyi filmi, iç düşman yaratmaya bu kadar teşne bir toplumda şu filmin izlenilmemesi büyük bir talihsizlik, sanatta metinlerarasılığa inanan biri olarak filmi izlemeden önce ya da sonra coetzee'nin barbarları beklerken'i ve dino buzzati'nin tatar çölü'nü okursanız bu filmi daha bir bağlamına oturtup değerlendirme şansını bulabilirsiniz. emin alper'e meselesi olan bir filmin mumla arandığımı sinemamıza getirdiği bu muhteşem yeni soluk için şükranlarımızı belirtelim.

yalnızlık

yalnızlık dünyanın en çok konuşulan anadilidir, ingilizce falan hikaye

mor salkımlı ev

halide edip'in doğumuyla başlayıp bir kurtuluş savaşı yardımcı kadın oyuncusu olarak tarih sahnesine çıktığı dönemden hemen önce biten bir dönemi anlattığı anı kitabıdır. beşiktaş ve üsküdar'da osmanlı yüksek bürokrasisiyle iç içe geçen çocukluk, küçük yaşlardan itibaren alınan bir batı kültürünün doruğa ulaştığı amerikan koleji yılları, aile yaşamı, evlilik, ikinci meşrutiyet zamanındaki maceralı istanbul günleri, ve lübnan'da eğitimci kimliğiyle geçirdiği yıllara dair anılarla kitap sona eriyor. yer yer hümanist evrensel görüşlere yatkınlık deklare edilirken birden araya giriveren bir milliyetçi kalıp, ya da tam batı rasyonalitesine hayranlık dile getirirken birden sezgiyle kavranan dini bir değere atıf görebiliyoruz anı kitabında. aslında bu tam da o dönemin aydınını yansıtan bir durum. batılı olmaya çalışırken bunu bütün kültürel hayatı ve davranışlarıyla desteklerken bile bir yandan da sıkı sıkıya doğulu kimliğine bağlı kalan bir aydın profili bizim geç osmanlı-erken cumhuriyet aydınlarımızın ortak özelliğidir. halide edip'in anılarında dikkat çekici bir diğer unsur da 1915'deki ermeni mezaliminden gerek satır aralarında gerek beyrut'daki yetimhane müdürlüğü günlerinde sık sık bahsedilmesine rağmen bir türlü adının ve vahametinin ortaya konulamaması.

keşke anı/biyografi/otobiyografi geleneği güçlü bir edebiyatımız olsaydı da toplumun bütün birimlerinin kökten değiştiği bu olağanüstü dalgalı ve acı dönemin teferruatlarını birinci tekil şahıs anlatımlarıyla daha iyi anlayabilsek.

baba evi

roman adana-konya-beyrut üçgeninde roman kahramanının küçüklük ve ilk gençlik anılarının anlatıldığı anı-belgesel yanı ağır basan bir romandır. baba evi her ne kadar romana ismini verecek kadar etkili bir motif olsa da orhan kemal'in anlatısının ideal,sıcak baba evi metaforuyla yakından uzaktan alakası yoktur. babasıyla arasında sıklıkla fiili şiddete dönen gerilimli bir ilişki vardır romandaki kahramanın, öyle ki kendisini en iyi hissettiği dönem konya'da yaşarlarken babasının beyrut'a sürgüne gittiği dönemdir. romanın satır aralarında anadolu'daki ermeni mallarının nasıl gaspedildiğini ve özellikle adana ve havarisindeki yeni yeni halkın merakını celbeden futbol aşkının izlerini görmek de dikkat çekicidir. orhan kemal bizim edebiyatımızın en nitelikli basit insan hikayecilerinden biri olduğunu bir kez daha bu romanla ispatlamıştır.

john maxwell coetzee

hakkında sadece 3 adet entry olması türkiye'de nitelikli edebiyatın nasıl yerlerde süründüğünün nişanesidir aslında. çok kitap okurum deyip elif şafak'ın mevlana pazarlamalarını okuyan, saçma sapan aşk meşk hikayelerini, aptal fantastik denemeleri baştacı eden bir okurlar cemaatinin coetzee'den bihaber olmasına şaşırmamalıyız.

edebiyatın 18 ve 19. yüzyıllardaki gibi tanrı-yazarlar çıkarmakta iyice zorlandığı şu dönemde coetzee zamanımızın dostoyevski'sidir. barbarları beklerken'i, petersburlglu usta'yı, utanç'ı okumamış 21. yüzyıl okuru tıpkı dostoyevski okumayanlar gibi "eksik okur"dur. dileyelim türkiye coetzee'nin farkına biraz varır ve bu aptal çok satan listelerindeki kağıt parçaları yerine nitelikli edebiyat bir zaman gelir baştacı edilir.

mario vargas llosa

llosa 1988'de erotik edebiyat niteliğindeki üveyanneye övgü'yü yazdıktan 2 sene sonra peru'da başkanlık seçimleri için fujimori'yle yarıştı. insan ister istemez şunu merak ediyor. türkiye'de kendini liberal olarak tanımlayan bir yazar böyle bir kitabı yazıp seçime girse o seçim döneminde bu adamın kitabı hakkında neler yazılır neler çizilirdi, halka nasıl ahlaksız olduğu falan anlatılırdı siz hesap edin. seçimi kaybedip kendini yeniden yazmaya vermesi okurlar için iyi perulular için kötü oldu. fujimori'nin ülkeyi mafya babası gibi yönetmesi, bulaşmadığı yolsuzluk, girmediği pis iş kalmaması nedeniyle peru ekonomik ve siyasal olarak 90'ları tıpkı türkiye gibi kaybetti. llosa artık peru'da yaşamıyor ve ara sıra ülkesine geliyor, nobel edebiyat ödülü aldıktan sonra 50 yıldan fazla süredir taraftarı olduğu universitarias del deportes taraftarlarınca alkışlar içinde stada gelip konuşma yaptığı an unutulmaz.
http://www.youtube.com/watch?v=vh5wU8UJ88I

ayva tatlısı

türk mutfağının en seçkin örneklerinden birisi bu tatlı.yedikten sonra tadını unutmak pek mümkün değildir, gittiğiniz her tatlıcıda acaba var mıdır diye bakarsınız ancak maalesef nadir bulunan bir tatlı olduğu için başka tatlılarla yetinmek zorunda kalırsınız

trabzonspor

trabzon taraftarının hal-i pür melal için
http://papazincayiri.blogspot.com/2011/05/trabzonspor-toplu-akl-tutulmasnn-tarifi.html

rıza çalımbay

golleri ben mi atamadım, golleri ben mi yedim, rıza'nın suçu ne? gibi haiku ya benzeyen
açıklamasıyla eskişehir'e veda etmiş olan sabık teknik direktör.

körlük

günlük hayata ya da çizgileri farkında olmadan çok kalınca çizilmiş normal e dair algılarımızın tek bir değişkenle nasıl alt üst edilebileceğinin üstüne bir deneme “körlük”
görme duyusunun kaybının aslında bir medeniyet duygusunun da kaybı anlamına gelebileceğini ve aslında bizim bugün medeniyet dediğimiz şeyin de bir öz den daha ziyade bir makyaja tekabül ettiğini düşünebiliriz kitabın sonunda. körlük saramago için hem gerçek bir konu ,hem bir metafor olarak ikili bir işlev görüyor romanda. gözlerini kaybeden bir toplumun yaşamının nasıl zorlaşacağını, günlük hayatın basit gereksinmelerinin bile ne kadar zorlaşabileceğini ve yaşamın devamının imkansızlaşabileceğini bir somut durum olarak görüp, diğer yandan ötekine kapalı bir gözün de bir körlük olduğunu ve mevcut durumda da insanlığın beyaz bir körlükle imtihanını vurguluyor.
kitapta kadınlara aslında devrimci bir rol veriliyor, gözlerini kaybetmeyen tek kişi olan doktorun karısı aslında bir nevi yeni dünya düzenini olması gerekeni, özgeciliği, kadirşinaslığı temsil eden bir kadın peygamber . normal dünyada fahişe olarak görülen koyu renkli genç kız ise kitaptaki ikinci melek, gerek kendi yiyeceklerinden küçük şehla çocuğa pay vermesi gerek yaşlı adamla birlikte yaşama isteği kötü yoldan ayrılıp azizeye samimi bir dönüşümün göstergesi. bu anlamda romanı şöyle de okuyabiliriz. mevcut düzen yani birbirini görmeyecek derecede maddiyatın kölesi olmuş bu düzen eğer yeni bir düzene evrilecekse bu düzenin kadın eliyle olabileceği imajını da hissettiriyor saramago bize. kadınlar körler dünyasında bile zulmün öznesi haline gelebilen, felaket anlarında bile erkeklere göre iki kat daha acı çeken , daha fazla bedel ödeyen ve bu durumda olmalarına rağmen zihinsel olarak erkeklerden daha güçlü kalıp yeni bir dünyaya, aydınlık bir dünyaya geçişi kolaylaştıran bu yükü yüksünmeden taşıyabilen ikili bir roldeler.
romanın biçimsel olarak konuşma çizgisi kullanmadan diyalogları yansıtması kitabın biçimine de sirayet eden bir körlük halini yansıtıyor. yine kitabın içeriğiyle uyumlu bir biçimde kişilerin adlarının bir anlam ifade etmemesi ve romanda hiçbir karakterin ismi olmaması da içerik düşünüldüğünde son derece anlaşılabilir. felaket anlarında normal hayatta kullandığımız pek çok şeyin -bizden ayrılmasına imkan olmayan ismimiz dahil- nasıl anlamsızlaşabileceğini ve bu medeniyet kaybının insanın bütün dünyevi sıfatlarını bir çırpıda silikleştirebileceğini görüyoruz. saramago bir distopya olarak medeniyet kaybından, ilkel bir topluma dönüşümünden bahsederken aslında bahsettiği distopya riskini bugüne de dayandırıyor. kitabın sonunda zaten aslında daha önce de kör olduklarını belirten doktorun ağzından insanın içindeki şiddetin, canavarlığın harekete geçmesinin, bir anda ötekini umursamayan tamamen kendi bencilliği peşinde koşan bir canlıya dönüşmesinin sadece bir zaman sorunu olduğunu duyumsuyoruz. bir tek değişkenle alt üst olan şeye medeniyet demek ne kadar gerçekçi ve yaşadığımız dünyanın ideal olduğuna inanmak ne büyük bir yalan. gözleri hala kapalı bir insanlığı aydınlığa davet etmek diye de okuyabiliriz bu romanı.

yalnızız

--spoiler--
öncelikle belirtelim peyami safa'nın bütün romanları türk muhafazakar düşüncesinin kadına ikircikli bakışı konusunda eşsiz metinlerdir. tüm romanlarında az çok kadının tekinsiz bir varlık olduğuna vurgu vardır ve kadının ilerlemeye çağdaşlaşmaya koşut olarak medeniyetle tanışma anı peyami safa ve genel olarak türk muhafazakar düşüncesi açısından başlı başına bir problemdir. yalnızız da kadına bakış açısıyla son derece taraflı bir roman. erkek bakış açısıyla ve erkeklerin üst perdeden konuşma iktidarını meşrulaştıran bir anlatım var. kitap boyunca kocasını aldatıp sefih bir yaşam süren necile'yi, para için pariste ihtiyar bir adama kaçan feriha'yı ya da birden fazla erkekle birlikte olup samim'i aldatan meral i samim'in (erkeğin) bakış açısından yerin dibine batırıp, ahlaki anlamda düşük kategoride değerlendirirken öz kızı olup olmadığı belirsiz , kendinden 25 yaş küçük bir kızla ilişkisi olan romanda aklı temsil eden samim'in moral değerleri roman boyunca övülür. romanın sonunda samim'in hayatına girmiş anne-kız bir şekilde felakete sürükleniken, samim felsefe yapmaya devam eder. düşkün addedilen kadın romanın sonunda düşkünlüğünün ilahi bedelini öderken en az onlar kadar suçlu samim'e ise hiç bir şey olmaz. peyami safa diğer romanlarında olduğu gibi yoldan çıkan kadınların muhakkak ilahi ya da dünyevi bir cezalandırmadan nasibini alması gerektiğini bu romanda da göstermiştir.
ahlaka dair bu kadar kafa yoran, başka bir dünyanın başka temeller üzerine kurulan bir değerler sisteminin yani simeranya'nın felsefesini yapan adamın bizzat kendisi ahlaki açıdan son derece tartışılır bir durumda olmasına rağmen yazar roman boyunca verdiği olması gereken dünya düzeni mesajlarını hep samim'in ağzından verir.
peyami safa meçhule ilgi duyan kadınları asla affetmez romanlarında. genelde bir mekan üzerinden betimlenen meçhul, kadın için tuzaktır. fatih- harbiye de harbiye'nin temsil ettiği değerlere ilgi duyan kadın, bir akşamdı da istanbul'u merak eden kadın ya da yalnızız da parisi merak eden kadın. üçünün de bu mekan ve dolayısıyle materyalist zevkler addedilen macera merakları roman boyunca yargılanır. kadın için en güvenli yol bulunduğu yerde kalmaktır. yalnızız da meral'in saadeti onun hayatına müdahale eden tüm erkekler için eylemsizliktedir. ne abisi ne sevgilisi ne babası meral'in kendisi içi iyinin ne olabileceğini seçebileceğine inanır. dolayısıyla kadına dair bütün kararların erkekler tarafından alındığı bir dünya muhafazakar düşünceye göre daha güvenlidir. romanın psikolojik tahlil olarak karakterlerin iç dünyasına inme açısından çok güçlü bölümleri olduğu muhakkak ama romanda peyami safa'nın vermek istediği mesajları bazen tamamen romandan koparak vermesi göze batan bir unsur. hele romanın sonunda manevi değerlerimize geri dönelim tarzı mesaj son derece didaktik bir sonla romanı bitirir ki romanın bütün olay örgüsünü araçsallaştıran bir anlama geldiğini algılarız okuyucu olarak. türkiye'de muhafazakar düşüncenin en önde gelen kalemlerinden birisi olması hasebiyle peyami safa kontrollü değişim mesajını bütün romanlarında kadınlar üzerinden vermeyi ve kontrolsüz değişimin kadınlar için dolayısıyla kadınları felakete sürüklenmiş erkekler içinde ne kadar yıkıcı olabileceğini anlatmaktan asla vazgeçmemiştir. bu romanlar feminist bir okumayla ele alınırsa aslında kadına yönelik kültürel değerlerin nasıl üretildiği ve edebiyatın da bu konuda hiç de masum olmadığı sanırım daha iyi anlaşılır.
--spoiler--

21 haziran 2010 marsel ilhan marcos daniel maçı

helal olsun marsel'e 5-10 yıl önce hayal bile edilemeyen bir şeyi başardı. inşallah bir milat olur türk tenisi adına bu maç.

ilhan selçuk

biz türkler ölünün ardından muhakeme yeteneğimizi kaybediyoruz. ilhan selçuk aydınlanmacı jakoben gelenekten gelen katı kemalist birileri tarafından tabii ki iyi dileklerle anılabilir buna kimsenin bir şey dediği yok. ama ilhan selçuk'un ardından demokrasiye inanmış biriydi demek akılla mantıkla açıklanamaz bir şey. hayatı boyunca darbe peşinde koşmuş askerle temasını 85 yaşına kadar kesmemiş, 12 mart 1971 de gazetedeki masasının tepesinde dört gözle darbe metninin radyodan yayınını bekleyen bir adama tutup da demokrasiye bağlıydı demek başta kendisine haksızlık zaten. ilhan selçuk cumhuriyete hayatı boyunca inandı demokrasiye hayatı boyunca inanmadığı gibi. ölümün her şeyi toz pembe yapmasını anlamıyorum hayatı boyunca demokrasiyi umursamamış birini bile ölümün mecburi iyimserliği demokrat yapabiliyor pes yani.

eda erdem

türkiye'nin hali hazırda yetiştirdiği en önemli orta oyuncusu olmasına rağmen servis sayıları dışında hücumda neredeyse eline top değmiyor son maçlarda. dricx'le anlaşma problemi ve takımın ortayı kullanmama tercihi yüzünden hücumda neredeyse hiç göremiyoruz eda'yı. potansiyelinin yarısını bile kullanamıyoruz kendisinin şu an.

yılmaz özdil

anti-entelektüelizmin bu kadar prim yaptığı, aydınlara sövmenin popülerlik getirdiği bir ülkede özdil'in el üstünde tutulması gayet doğal zaten.
yılmaz özdil'in nefret suçu işlediğini yazanları görünce şaşırmamak elde değil yahu kardeşim bu adam ilk kez mi faşizm kokan bir yazı yazdı, ya da bu adamın yazı yazdığı hürriyet nefret suçunun kitabını yazmış bir gazete değil mi zaten. ahmet kaya hakkındaki uydurma haberleri yapıp toplumsal linç için ortam hazırlayan, hrant dink'in katilleriyle empati kurmamızı öğütleyen, genelkurmay gölgesinde andıçlarla insanları vatan haini ilan eden oktay ekşi'yi başyazar yapan bir gazetede yılmaz özdil'in bu yazıyı yazması değil yazmaması ayıp olurdu. hürriyet derin devletin ve ortalama milliyetçiliğin resmi gazetesi olduğu müddetçe bu enter tuşlarından mütevellit yılmaz bey gibi nice niteliksiz adam göreceğiz. ulusalcılar merak etmesin bu toprakların ortalama anti-entelektüelizmden daha çok yılmaz özdil ler çıkar.

chuck daly

bugün itibariyle hayatını kaybetmiş detroit in "bad boys" döneminin efsanevi koçu. 1992 barcelona da tarihin gördüğü ilk dream team in de koçuydu kendisi. toprağı bol olsun.

fenerbahçe

futbol takımıyla yatıp kalkan bir ülkeye inat inadına spor kulübüdür. bayan voleybol takımının bütün oyuncularının gözlerinde görünen aidiyet hissi bu taraftara şampiyonluktan daha büyük zevk vermiştir. voleybola ambargo koymuş müessese kulüplerinin arasında kuruluş amacı spor olan bir kulübün 38 sene sonra da olsa girebilmesi türk voleybolu adına bir devrim. umuyorum şu finalleri eczacı yla vakıfbank la değil de galatasaray la beşiktaş la oynama zevkini yaşatır diğer takımlarda spor kulüpleri olduğunu hatırlayıp.

27 nisan 2009 galatasaray fenerbahçe maçı

ışıl ın boşluğunu doldurmak için epey çalışan iki hakeme rağmen yine ve yeniden fenerbahçe nin kazanıp finale çıktığı karşılaşma.

yaban ördeği

ibsen'in 5 perdelik oyunu. 2008-2009 sezonunda antalya devlet tiyatrosu tarafından da sahnelendi ama gerek uyarlama gerek oyunculuk açısından kötü bir yapım olduğu aşikardı maalesef.